Dünyamız ve neslimiz yaklaşık bir buçuk yıldır büyük bir tehdit ile mücadele ediyor. Hayatta kalmak ve tehlikelerden korunmak için çeşitli savaşma ve kaçma becerilerine sahip olduğumuz halde küresel ve ani bir tehdit ile burun buruna gelmek, bizim hiç de hazırlıklı olduğumuz bir durum değildi. Tarih boyunca veba, kolera, tüberküloz gibi önlenmesi çok zor ve büyük ölümlere yol açan salgın hastalıkların bıraktığı izler; ilaçlar ve aşılar sayesinde zaman içinde silinip gittiğinden dünya olarak Covid-19 salgınına hazırlıksız yakalandık.
İnsan psikolojisi unutkan ve inkâra meyillidir. Hayatta kalabilen her insanın, diğer canlılardan farklı olarak uzun süre bir koruyucusu ve yuvası olduğu için insan kendini güvende hissetmeye ve daima korunacağına inanmaya yatkındır. Bu duygu zaman zaman özel, ayrıcalıklı, hatta diğer canlılardan üstün hissetme duygusuna da evrilebilmektedir.
Biz insanlar, ölüm bilincine sahip olmamıza rağmen hayvanların çoğu gibi tetikte yaşamıyoruz. Tam tersine modern yaşam konforu ve güvenliği arttıkça rehavete kapılıp, dünyayı kendi mülkümüz gibi diğer pek çok canlıyı da malımız gibi görmeye başladık ve kendimize gerçek dışı bir güç atfettik. Ancak 2020’nin baharında bizi bu rüyadan uyandıran ani bir küresel tehdit ile burun buruna geldik. Yavaş gelişen tehditler karşısında (küresel ısınma, çevre kirliliği, canlıların ve doğal kaynakların yok olması, kimyasallar, radyasyon artışı, savaşlar ve şiddet eylemleri...) ayrıcalıklı olma hissini yine de koruyabilen batılı insan, koronavirüs karşısında, eşitliğin dayanılmaz çaresizliği içine yuvarlanıverdi. Virüs, ırka, etnik özelliklere, cinsiyete ve toplumun gelişmişlik düzeyine bakmadan ne kadar eşitlikçi olduğunu kısa süre içinde gösterdi. Dahası bizleri, sosyal yaşamdan ve pek çok tüketim alışkanlığımızdan koparıp eve gönderirken bir yandan da yeryüzündeki zaman-mekan sınırlarını yüzümüze çarptı.
Dünyada Covid-19 dan ölenlerin sayısı 4 milyonu aşmış bulunuyor. Hem aşılamanın yeterli düzeyde olmaması hem de mutasyonlar nedeniyle salgın halen kontrol altına alınabilmiş değil. Sonuç olarak henüz tehdit geçmedi ve biz salgından sağ kaldığımızdan emin olamadığımız bir dönem yaşıyoruz. Gerek süregelen tehdit ve belirsizlik içinde gerekse salgın bittikten sonra psikolojik sağlamlık üzerinde uzun süre çalışmaya ihtiyacımız var.
Salgın en fazla kimleri etkiledi?
Öncelikle koronavirüse yakalanıp hasta olanlar, yakınlarını kaybedenler, hastanelere gidemedikleri için başka sağlık sorunları yaşayanlar, yüksek risk altındaki sağlık çalışanları, iş ve para kaybına uğrayanlar, uzaktan eğitim nedeniyle akademik ve sosyal yönden verimsiz bir dönem geçiren çocuklar ve gençler, salgının yıkıcı etkisini en fazla hissedenler oldu. Bu etkilerin onarılması, kişilerin gücünü de aşan somut önlem ve çözümler gerektirmekte. Aslında doğrudan etkilenelim ya da etkilenmeyelim, salgın küresel boyutta hepimizin hayatında önemli değişikliklere yol açmışa benziyor.
Küresel salgın hayatımızda neleri değiştirdi?
Olağan yaşam koşullarında, dış dünya ve sosyal yaşam insan için davetkâr keşif alanlarıdır. Modern yaşam, insanın özgürleşme olanaklarını arttırarak dış dünyadaki eylemselliği ve tüketimi cazip kılmak üzerine kuruludur. Oysa salgın döneminde dış dünya tehlikeli ve kaçınılması gereken bir alana dönüştü. Sosyalleşmekten umulan mutluluk ve güven duygusu yerini kaygı, korku ve kaçınmaya bıraktı.
Kaygı ve Korku
İçinde bulunduğumuz dönemin bize bıraktığı en güçlü iz düşümü korkunun kaygıya dönüşmesi ile buna bağlı olarak gelişen semptomlar olacaktır. Kaygı insana özgü bir duygudur ve korkudan farklıdır. Korku doğuştan gelen, hayvanlarda da olan, gerçek tehlike ya da tehlike ihtimalinde ortaya çıkan, işlevsel ve hayatta kalmaya yardımcı temel bir duygudur. Tehlike durumunda ortaya çıkıp tehlike ya da ihtimali ortadan kalkınca geçer. Kaygı ise ruhsal varoluşla ilgili, sonradan gelişen insan türüne özgü bir duygu olup her zaman gerçek bir tehlikeye bağlı olarak hareket etmez. Örneğin, ortada bir hastalık olmasa da kişi hasta olduğuna/olacağına inanarak kaygı duyabilir. Kaygı tehlikeye bağlı hareket etmediğinden ve tehlike geçince korku gibi azalarak kaybolmadığından kişinin kendisini yatıştırmayı öğrenmesi gerekir. İnsan olumsuz duygularını yatıştırma becerisini ilk olarak anne-bebek ilişkisinde edinmeye başlar. Başlangıçta her ağladığında annesi tarafından yatıştırılan çocuk, büyüdükçe bu işlevi içselleştirir ve kendini yatıştırmayı öğrenir. Düşünce kendi kendisine kalkar ya da anneden ayrıldığı için bir süre ağlasa da susup oyuna devam ederek bu yoksunluğa tahammül geliştirir.
Kendini yatıştırma yetisine belki de en fazla ihtiyaç duyacağımız bir dönemin içinden geçmekteyiz. İlk yapmamız gereken, gerçek tehlike ile kurgu ve kuruntuların yol açtığı aşırı kaygıyı birbirinden ayırt etmek olmalı. Gerektiği kadar korku duymak, önlem almak için gerekli ve koruyucudur. Gerçekle orantılı olmayan aşırı kaygı ve panik duygusu ise tam tersi yıpratıcı ve yorucudur. Yeterince önlem alarak kendimizi korumaya ancak yaşamla bağımızı kopartmadan yeni nesil bir güvenlik zemini yaratmaya çalışmalıyız.
Suçluluk ve Üzüntü
Bu dönem içinde yaşanan hastalık, kayıp ve olumsuzluklar içimizde suçluluk duyguları uyandırabilir. Kendimizi dikkatsiz davranarak taşıyıcı olmakla ya da yakınlarımızı yeterince koruyamamakla suçlayabiliriz. Bazı durumlarda bunda doğruluk payı olsa bile çoğu zaman insan kendini her şeyi kontrol edebilen bir muktedir zannettiği için suçluluk duygusuna kapılır. Oysa hayatta bizim kontrol edemediğimiz pek çok değişken vardır. Suçluluk duygumuzda haklılık payı olsa da olmasa da bu duyguya yapışıp kalmak yerine yeterince önlem alarak çevreye yardımcı olmak, korumak, korunmak ve durumun gerektirdiği uygun eylemlerde bulunmak en doğrusudur.
Üzüntü ise son derece insancıl bir duygudur. Hem toplumsal duyarlılık hem de kişilerarası bağlarımız nedeniyle yaşanan talihsizlikler bizi üzmektedir. Dünyada ve ülkede bu hastalıktan etkilenen, hayatını kaybeden pek çok kişinin olması, herkesin aynı derecede korunamıyor olması gibi gerçekler ne yazık ki son derece üzücüdür. Ancak bazen de bütün bunlara rağmen mutlu ve neşeli hissettiğimiz anlar olabilir ve bu da bizde kendi duygularımızdan kaynaklı suçluluk hissi yaratabilir. Bu his aynı zamanda duyarlılığın ve şefkatin de bir göstergesidir ve yaşamın akışı içinde insanın iç dünyasında bütün duygulara yer vardır.
Öfke ve Çaresizlik
Normal yaşam akışı içinde dönüp dolaşıp sığınılan yaşam alanları ve evler küresel salgın döneminde birer güvenli liman olmaktan çıkıp özgürlüğümüzü elimizden alan müstakil hapishanelere dönüştü. Yaşam alanının daralması, yoksunluklar, kaçırılan fırsatlar ve kaybedilen olanaklar, engellenmeye bağlı öfke ve çaresizlik duyguları uyandırmaya başladı. Önemli olan bu güçlü duyguyu yönetebildiğinizden, yani istediğinizde frene basabildiğinizden ve yatışabildiğinizden emin olmanızdır. Her sağlıklı birey bunu yapabilecek kapasitededir.
İnsanın engellenmeye tahammül eşiği ne kadar düşükse öfke ve çaresizlik duygusuna yatkınlığı da o derece yüksektir. Toplumsal ya da küresel travmalar aynı zamanda davranışsal kontrol mekanizmalarının zayıfladığı, saldırganlığın arttığı dönemlerdir. Eğer öfkeniz sizi ve çevrenizi rahatsız ediyor ve kontrol etmekte zorlanıyorsanız ya da öfke duygunuzun nedenini anlayamıyor, yüzer gezer bir hal almaya başladığını düşünüyorsanız gecikmeden profesyonel yardıma başvurmalısınız.
Depresif Duygu Durumu
Bazen de bütün bu duyguların birbirine karıştığı, isteksizlik, haz duyamama, ilgi ve enerji kaybı, yaşamın anlamının sorgulanması, ilişkilerde bozulma, yaşamsal aktivitelerden geri çekilme gibi belirtilerle kendini gösteren depresif durumlar söz konusu olabilir. Depresyon tedavisi mutlaka ve zaman kaybetmeden bir uzman tarafından yürütülmelidir.
Yaratıcı Eylem
Yaratıcılık potansiyelimizi açığa çıkararak kullanmak bu dönemde hepimize iyi gelecek ve güç verecektir. Yaratıcılığımızı kullanmamızı sağlayan güç spontanlıktır. Psikodramanın kurucusu Jacob Levy Moreno, spontanlık kavramını “eski duruma yeni bir tepki ve yeni duruma uygun bir tepki” olarak tarif eder ve bunun yaratıcığın katalizörü olduğunu söyler. Ben de spontanlığı şöyle ifade ediyorum: “ İçinde bulunulan an ve bağlama mümkün olan en uygun tepkiyi verebilme ve yaratıcı olma yetisi...”
Sonuç olarak tüm dünyayı kapsayan bir sorun ile uzun dönemli bir mücadele içinde olduğumuzu unutmamalıyız. Dünyanın sahibi biz insanlar değiliz. Esenlik içinde yaşayabilmek için yalnızca hümanist olmanın yeterli olmadığını da kabul etmek durumundayız. Aynı zamanda hayvana, doğaya, tarihe, bilime, sanata, kültüre saygı ve sevgi geliştirmedikçe üzerimize düşeni yapmış sayılmayız. Gelecek nesillere aktaracağımız en iyi şey kanımca bir mağduriyet öyküsü değil, bir mücadele ve öğrenme deneyimidir.