Büyü Dükkanı Sakinleri

Blog
25/07/2021
Medya

Büyü Dükkanı Sakinleri

Hem başarılı bir klinik psikolog hem de başarılı bir yazar Yeşim Türköz’le, her iki mesleğini ve kitaplarını konuştuk. Bu ay sizlerle paylaşmak istediğim sadece bir kitap değil, üç kitap ve onların yazarı; başarılı bir klinik psikoloğu olan Yeşim Türköz. Yazarın ilk kitabı olan Büyü Dükkanı’nı duymayan yoktur sanıyorum. O kitap bir fenomen gibi dilden dile, gönülden gönüle aktarılmıştır çünkü. Arkadaşlarımıza zor zamanlarında hediye edilmek üzere her zaman kitaplığımızda fazladan bir tane bulundurulmuştur. Yangında ilk kurtarılacaklar arasına alınmıştır.

“Hayatta en çok istediğiniz şey, hayattan alabileceğiniz en iyi şey midir?”

İlk kitaptan sonra Türköz’den bu sefer ilkinden farklı olarak kurgusu da olan yeni bir kitap geldi. İç Dünya Oyunları adını verdiği bu kitapta Akıl, Dürtü, Sağduyu, Haset, Coşku, Vicdan, Hüzün, Bellek ve diğerleri; yasak aşk, ayrılık gibi çetrefil projeler üzerinde çalışıp, bu girift “iş”lerden yorulunca hep beraber tatile çıkmaya karar veriyorlar. Fikir, Coşku”dan çıkıyor, organizasyonu Akıl yapıyor. Böylece, ismi olup cismi olmayan bu varlıkların, her gününü psikodramatik bir oyunla taçlandırdıkları bir haftalık tatilleri başlıyor. En az Büyü Dükkanı kadar insanı içine alan, başkalaştıran, sarsıp kendine getiren bir kitap İç Dünya Oyunları. Yazar bizi epeyce süre bu tattan mahrum bıraksa da Nisan 2011’de yayımlanan Büyü Dükkanı’nda İki Çınar ile gönlümüzü alıyor. Duyar duymaz okuduğum bu kitabı ve kalemine ve ruhuna hayran olduğum yazar/psikolog Yeşim Türköz’ü sizlere tanıtmayı kendime görev biliyorum. Sağ olsun, Yeşim Türköz de beni kırmıyor ve sorularımı yanıtlayarak gençlere kariyer hedeflerinde yol gösterici oluyor. Kendisine bir kez daha teşekkür ediyorum ve en kısa zamanda kendisinden yeni bir kitap daha beklediğimi eklemek istiyorum.

Son kitabı Büyü Dükkanı’nda İki Çınar’da yazar bizleri çocukluğumuzla tekrar bağ kurmamız için adeta imrendiriyor. Büyü dükkanının ihtiyar sahibine gelen konuk, küçük Çınar aracılığıyla umut etmeyi, geçmişte yaşanan hayal kırıklıklarıyla barışmayı, yaşama tutunmayı ele alırken Büyük Çınar’ımız vasıtasıyla da erken vazgeçtiğimiz çocuksuluğumuzu hatırlatıyor. Sizler için kitaptan bazı alıntılar yaptım. Sanırım onları okumanız en yakın kitapevine giderek bu kitabı kendinize hediye etmeniz için yeterli olacaktır.

Yaşanan her an, hayat suyunun içindeki bir damla gibiydi. O damlayı geri almak mümkün değildi. Damla bir kez oraya aktıktan sonra, suya yayılır, suyla bütünleşir ve suyu değiştirirdi. Buna umutlarımız da dahildi. Umut, bir kez doğduktan sonra, sanki yaşayan hücrelere dönüşüyor ve yok oluşu sizden bir şeyleri eksiltiyordu. Yaşanmış zamanların aritmetiği olamazdı. Onlar, artık yalın zaman dilimleri değildi. (syf.21)

Siz farkında olmasanız da, hayat sizi bazı tehlike ve kayıplara hazırlar. Bu, insanlık tarihinin bizlere bir armağanıdır. Doğduğunuz andan itibaren kaybetmeye başlarsınız. Aslında hayatın kendisi büyük bir kayıpla başlar. Doğmak annenizin sıcak bedeninden ayrılmaktır. Sonra anne memesini, sonra anne kucağını, sonra sorumsuzluğunuzu, sonra çocukluğunuzu, bazı hayallerinizi, bazı umutlarınızı ve pek çok olasılığınızı kaybedersiniz. Fark etmeseniz de kaybedersiniz, kaybettikçe öğrenirsiniz. Dayanmayı, yenilenmeyi, yaratmayı… (syf.81)

Hayat her şeyi elekten geçiriyor ama bazıları elekte kalıyordu. Kalanlar ya o delikten geçebilecek kadar küçük olmadıkları için ya da çok sağlam durdukları ve iyi tutundukları için kalıyorlardı. Ancak artakalan tüm anılar, çok iyi oldukları için değil, önemli oldukları için yaşamaya devam ediyorlardı. Elenmeleri mümkün olmadığından… (syf.97)

Yeşim Türköz’e sizlerin de merak ettiğini düşündüğüm sorular sordum. Meslek yaşamından, yazarlığından, hayat bakışından tutun da Büyü Dükkanı’nın müşterilerinden biri olmasına kadar her şeyi sordum ve Türköz’de detaylarıyla anlattı. Ortaya her satırından keyif alacağınız bu samimi sohbet çıktı.

Öncesinde okuyucularımızın konuyu daha kolay anlamasını sağlamak için bize kısaca psikodramayı anlatır mısınız? Kişiye ne fayda sağlar, nerelerde ne şekilde uygulanabilir?

Psikodrama, 20. Yüzyılın başlarında, Jacob Levi Moreno tarafından geliştirilmiş olan, tıpkı tiyatrodaki gibi sahneyi ve rol oynama tekniklerini kullanan bir psikoterapi sistemidir. Grup içinde bireye odaklı bir yöntemdir. Gücünü insanın özünde var olan, eyleme geçme özelliğinden alır. Moreno’ya göre her insanın yaratıcı bir potansiyeli vardır ve yeterince spontan olabilirse bu potansiyeli hayata geçirebilir. Bu dönüşümün yolunu açan en önemli kanal, insanın bedenini kullanarak eyleme geçmesidir. Eylem halindeki insan, psikodrama şemsiyesinin  altında, duyum ve duyguların serbest kalması sayesinde bilinç duvarlarını aşarak gerçeği yeniden keşfe çıkar. Psikodrama sözcüğü, bildiğimiz gibi, ‘psişe’ ve ‘drama’ kavramlarından oluşur. Anlamı, ‘ruh dünyasının eyleme dönüşmesi’ olarak tanımlanabilir. Psikodrama, Moreno’nun sözleriyle, gerçeğin eylem yoluyla yeniden keşfedilmesidir.

Sizi kitap yazmaya teşvik eden şey neydi ve neden Büyü Dükkânı tekniğini anlatmayı seçtiniz?

Kitap yazmak gibi bir amaçla yola çıktığımı söyleyemem. Büyü Dükkânı, benim psikodrama eğitimim boyunca en fazla etkilendiğim ısınma oyunlarından biridir. Nasıl olduğunu anlayamadığım bir şekilde, bir gün kendimi, büyü dükkânında geçen bir öykü yazarken buldum. İçimdeki hangi itkinin beni oraya, o noktaya getirdiğini bilmiyorum. Yazı ile aram hep iyi olmuştur ve daha önceleri de küçük denemelerim vardı aslında. Ama bu kez farklıydı sanki. O, Büyü Dükkânı isimli ilk kitabımın, aynı isimli ilk öyküsü idi. İlk kıvılcım odur. Sonradan internette dolaşmaya başlayan ve halen de bazı sitelerde anonim bir hikâye gibi yayınlanan öykü… Bir süre sonra ikincisi, sonra üçüncüsü derken, kopuk kopuk  kurgular, aralarındaki kesik çizgileri birleştirmeye kendi kendilerine hayat vermeye başladı. Bir süre sonra “ha gayret” dedim kendi kendime; “galiba eli yüzü düzgün bir kitap geliyor dünyaya…”

Yazmaya karar verdikten sonraki süreç nasıl gelişti? Örneğin kitabınızı yayımlatmak için hangi yolu izlediniz? Yazarlığı kariyer edinmek isteyen gençler için önerilerinizi alabilir miyiz?

Kitap bitene kadar hiçbir girişimde bulunmadım. Sayfaları bastırıp elime aldıktan sonra yakın çevreme okutup düşüncelerini öğrendim. Ardından da sevdiğim saygı duyduğum meslektaşım Üstün Dökmen’e verip görüş rica ettim. Onun da yeni yeni tanınmaya başladığı bir dönemdi. Son derece olumlu bir geribildirim vererek beni, yayıncısına tavsiye etti. Ben de başvurumu yaparak, yayınevinin kararını beklemeye başladım. Bir iki ay sonra geri dönüp kitabımı yayınlayacaklarını söylediler. Bunu duyduğumda gerçekten çok sevinmiştim.

Ben henüz kendimi yazar olarak adlandırmıyorum. O nedenle bu söyleyeceklerimi yukarıdan aşağıya değil, aşağıdan yukarıya bakarak söylüyorum. Bence yazar olmak, kursa gidip ehliyet almak ya da okuluna gidip mühendis olmak gibi bir şey değil. Yazarlık, okuya okuya, yaza yaza varılabilecek bir mertebe… Ben henüz o mertebeye erişebilmiş değilim. Elbette ki gençler, yazarlık kurslarına giderek çok şey öğrenebilirler. Ama yazdıklarını yayınlatmak konusunda acele etmek yerine önce yazdıklarını sevmeli, sonra da o sevdikleri yazıda kendi yanlışlarını bulmayı, yazdıklarının bir kısmını feda etmeyi  öğrenmeliler.

Siz birden çok şapkaya sahip olanlardansınız, yazarlık şapkanızı çıkarıp psikolog şapkanızı taktığınızda bir gününüz nasıl geçiyor?

Benim günlerim son derece hareketli geçer. Uzun bir süre iki işi bir arada yürüttüm. Bir üniversiteye bağlı yarı zamanlı çalışırken bir yandan da kendi iş yerimi açıp akşam üzerleri ve hafta sonu mesleğimi serbest olarak icra ettim. Ayrıca bu arada doktora yapıp çocuklarımı da büyüttüm. Birkaç aydır artık yalnızca kendi ofisimde çalışıyorum. Bireysel, çift ve aile terapileri ile grup terapisi uyguluyor, aynı zamanda kendi meslektaşlarıma yönelik eğitim programları yürütüyorum.

Güne genellikle erken başlarım. Çocuklarımı okula gönderdikten sonra bir saatimi gazeteleri okumaya ayırırım. Bu çok zevkli bir zaman dilimidir. Haftanın iki üç günü sabahları yüzme, yürüyüş, aerobik gibi gibi hafif sporlar yaparım. Ofisime ya öğlen saatlerinde gidip, akşamüzeri eve dönmeye çalışır ya da öğleden sonra gidip akşam daha geç saatte dönerim.  Gün içinde okumaya mutlaka zaman ayırmaya çalışırım. Ev işlerinin de önemli bir kısmını kendim yaparım. Ben iki işi bir arada yapmayı seven bir insanım. O nedenle ev işlerini zaman kaybı olarak görmem. Tam tersine farklı rollere girip çıkmanın, farklı eylemlerde bulunmanın beyni esnek ve zinde tuttuğuna inanıyorum. Örneğin, yemek yaparken bilgisayarımı yanıma alıp tarih ve siyaset belgeselleri izlerim. Ütü yaparken, film seyredebilirim. Ayrıca halen mesleki eğitimler almaya devam ediyorum. Bu nedenle seyahatlerim de oluyor. Ailece, çocuklarımızla vakit geçirmek de bizim için son derece önemlidir. Onlarla çok eğleniyoruz.

Okurların yoğun ilgisini ve öykülerin tadı damağımızda kalmışlığını bir kenara bırakırsak, bir yazar olarak Büyü Dükkanı’nın kapısını ikinci kez çalmanızın sebebi nedir?

Aslında Büyü Dükkânı beni çağırdı galiba… Anlatabileceğim yeni şeyler vaat etti bana. Kısacası okurların da verdiği cesaretle bir kez daha yola çıkmayı denedim. Neyse ki yarı yolda kalmadım.

Anlatmayı seçtiğiniz alan, psikodrama aslında teknik bir dil gerektiriyor. Ama siz hikayenizi herkesin okuyacağı şekle ustalıkla dönüştürüyorsunuz. İlk kitapta ya anlaşılmazsam diye bir kaygı duymuş muydunuz? Bu sorunu aşmak için yazarken nelere dikkat ettiniz? Bize biraz ipucu verir misiniz?

Ben zaten anlaşılmak için yazıyorum. Psikoterapide de en temel gereklilik anlaşılır olmaktır. Ne kadar parlak yorumlarınız olursa olsun, söyledikleriniz, karşınızdakine anlatabildiğiniz ile sınırlıdır. Bunu yapabilmek için, önce karşınızdakinin izini takip etmeniz, sonra da onunla birlikte yürüyerek iz sürmeniz gerekir. Yazarken, son derece yalın bir iç coğrafya kuruyorum kendime. Tıpkı yaşarken olduğu gibi, sonunda nereye ulaşacağımı bilmeden yazıyorum. Öykünün içinde okurla birlikte ilerliyorum. Akıl yürütmekle yetinmiyorum; hissetmeyi bekliyorum. Eğer yazdığım cümle bana bir şey hissettirmiyorsa belli ki ruhum geride kalmıştır. Durup, ruhumun ve aklımın temas etmesini bekliyorum. Cümle benim içimden bir yerlere dokunarak çıkıyorsa, mutlaka okurun da içinde bir yere değiyor. O zaman anlaşılır oluyor. Ben yazarken, psikodramayı yalnızca bir kalkış üssü olarak kullanıyorum. Psikodramanın tekniklerini bir fırlatma kapsülü gibi kullanıyorum. Atmosferin dışına çıkınca kapsülü atıp boşlukta kendimi özgürleştirerek bir yörünge arıyorum. Öykü de orada başlıyor.

Aldığınız eğitimlerde Gestalt’çı akımın izleri sıkça görülüyor. Sizce de bütün yani hayatımız parçalardan daha mı fazlası? Genç okuyucularımız için hayata bakış açınızı, sorunlar karşısındaki tutumunuzu biraz anlatmanız mümkün mü?

Evet, ‘bütün’ parçalarının toplamından hem daha farklı hem de daha fazladır. Bu durum, bütünün parçalarının toplamından daha iyi ya da daha kötü olduğu bütün durumlar için geçerlidir. Bir insan, dünyada istediği her şeye sahip olabildiği halde hayatından memnun olmayabilir. Tıpkı dünyanın en iyi oyuncularından oluşan futbol takımının, dünyanın en iyi takımı olamaması gibi… Öte yandan çok yaralayıcı deneyimler yaşamış, istediği pek çok şeyden yoksun kalmış bir insan da yaşadıklarına öyle bir anlam verir ki hayatından gerçek bir doyum alabilir.

Bu bakış açımı özellikle ikinci kitabım İç Dünya Oyunları’nda keskin bir biçimde ortaya koydum. Orada,  iç dünyamızdaki zıtlıkların, tehlikeli oyunların, çatışmaların bizi nasıl ters köşeye yatırdığını ve bundan faillerin ipini çekerek kurtulamayacağımızı anlatmaya çalıştım. Birbiriyle ne kadar çelişirse çelişsin her bir parçanın kendi başına bir varlık nedeni ve değeri var. Öfkenin de dürtünün de aklın da utancın da orada olması boşuna değil. Benliğin asıl ihtiyacı, parçalarını bir araya getirerek, kendi coğrafyasını bütünlemektir. Çünkü o zaman ne öfkenin kölesi, ne aklın efendisi olmak zorunda kalır. Parçalarını, birbirini ezen ve bozan bir malzeme yığını olmaktan kurtararak, onları doğru yerlerde ve yeteri kadar kullanarak sağlam bir bina inşa edebilir.

Peki, Yeşim Türköz Büyü Dükkanı’ndan alışveriş yapmak istese dükkandan nasıl bir şey alarak çıkmak isterdi?

Bu sorudan hep kaçmışımdır. Bunu bilmek için kendimi o yolda hayal etmem ve bunu kurgulamam gerekiyor. Ama galiba en yürekten isteyeceğim şey, kendim için değil, dünya için olurdu. Her türlü şiddet ve zorbalığın yok olmasını isterdim. Kirpilerin dikensiz olmasını istemek kadar değil ama, en azından birbirlerini incitmeyecek makul bir mesafede durabilmeyi öğrenmeleri gibi bir şey… İnsanın evrimleşme sürecinin, artık hayatta kalmaktan öteye geçip, hayat kurtarmaya ve hayatta iyi izler bırakmaya yönelmesi gerektiğine inanıyorum. Daha fazla insanileşmeye ihtiyacımız var…

Bizi son kitabınız Büyü Dükkanın’da İki Çınar’da neler bekliyor?

Kitaba başlarken şunları yazmıştım:

“Bana ve okuyucusuna kapısını ikinci kez açan Büyü Dükkânı’nda bu kez bizi, yeni müşteriler ve yeni alışverişler kadar, başka sürprizler de bekliyor.  Kısacası dükkân sahibi yaşlı adam, yazarı ve okuyucuyu, büyülü mekânının daha da içine alarak, öznel dünyasının alt katmanlarına davet ediyor. Tutkularını, özlemlerini, korkularını, acılarını, zaaflarını, aşkını, hüsranını ve şefkatini günışığına çıkarıyor; kendi hayat serüvenini bizimle paylaşıyor.

Büyü Dükkânı’na yaptığınız bu ikinci ziyaret, ilkinden farklı olacak. Yeni müşteriler ile yeni alışverişlerde daha çetin pazarlıklarla karşılaşacaksınız. Ancak orada pazarlıklardan çok daha fazlasına tanık olacaksınız. Bu kez Büyü Dükkânı, sizi içinde ağırlayacak.  Alışveriş biter bitmez bu mekândan ayrılmayacaksınız. Peki, sihir bozulacak mı? Kim bilir? Belki de sihir sizin gözlerinizdedir… “

Herhalde başka bir şey söylememe gerek yok değil mi?

Bundan sonra yine psikodrama alanında mı yazacaksınız yoksa sizi kurgusal – edebi öykülerle de okuyabilecek miyiz?

Aslında ben psikodrama alanında yazmadım; söylediğim gibi psikodramayı yalnızca bir kalkış üssü olarak kullandım. İkinci ve son kitaplarda kurgusal bir akış var zaten. Bundan sonra daha bağımsız bir çıkış bekliyorum ben de kendimden.

Sizce de hayatta bazı şeylere sahip olmak için bir bedel ödenmesi gerekli mi?

Bu materyalist bir bakış açısı değil, çok temel bir yaşam felsefesi… Yaşamın diyalektiği zaten her adımda bir değişim getiriyor. Bedel değişimin bir parçasıdır; biz fark etmesek de öderiz.

Hayatta en çok istediğimiz şeyin hayattan alabileceğimiz en iyi şey olup olmadığını anlamanın kolay ve uygulanabilir bir yolu var mı sizce?

Her fırsatta bu soruyu kendinize sormak…  Tereddütsüz “evet” diyemiyorsanız, mutlaka hayattan alabileceğiniz daha iyi şeyler vardır. Tereddütsüz “evet” diyorsanız da büyük ihtimalle yanıtınız doğru değildir…

Bu mesleği bilinçli olarak mı seçtiniz, çocukluk hayaliniz psikolog ve/veya yazar olmak mıydı? Gençlere kariyer hedeflerini seçerken nelere dikkat etmelerini önerirsiniz?

Evet, hayallerim arasında psikolog olmak vardı. Bizim zamanımızda meslek seçimi o kadar bilinçli yapılamıyordu. Ama şanslıyım ki, istemediğim bir meslekle uğraşmıyorum. Bugünkü eğitim sistemi ve sınav şartlarında gençlere bir şey önermek o kadar zor ki… Ancak şunu söyleyebilirim; insanın kendi bünyesine tamamen ters bir yolda ilerlemeye kalkışması, dizlerine kadar kuma batmış birinin yürümeye çalışması gibidir. İçlerinden gelen sese kulak vermelerini, eğer yapabiliyorlarsa sevdikleri işi meslek edinmelerini önerebilirim. Bir de mutlaka işleri dışında kendilerine bir uğraşı edinsinler. Beynin, farklı bölgelerinin harekete geçmesi açısından bu çok önemli. Ben üç yıldır bağlama öğreniyorum ve çalarken hem çok zevk alıyor hem de çalıştıktan sonra kendimi daha yaratıcı hissediyorum.  Ayrıca müzik kutusu ve ahşap oyuncak koleksiyonu yapıyorum. Bunlar ruhumu besleyen şeyler…

Okuyucularımıza kişisel gelişimleri için üç kitap önermenizi rica edebilir miyim?

Montaigne’in Denemeler’i, Jostein Gaarder’ın Sofi’nin Dünyası ve Irvin Yalom’un Bugünü Yaşama Arzusu, Schopenhauer Tedavisi…

Gülşah Elikbank

Kaynak: http://www.martidergisi.com/buyu-dukkani-sakinleri-2/