Anne-Bebek Bağlanma İlişkisi Beyin Gelişimini ve Stresle Başetme Yetisini Nasıl Etkiliyor?

25/07/2021
Makaleler

Anne-Bebek Bağlanma İlişkisi Beyin Gelişimini ve Stresle Başetme Yetisini Nasıl Etkiliyor?

Anne-Bebek Bağlanma İlişkisi Beyin Gelişimini ve

 Stresle Başetme Yetisini Nasıl Etkiliyor?

 

Dr. Psk. Yeşim Türköz

Klinik Psikolog

 

İngiliz Psikanalist John Bowlby (1907-1990) yirminci yüzyılın sonlarına doğru geliştirdiği ve erken dönem anne-bebek ilişkisine odaklanan kuramında, disiplinlerarası bir bakış açısı benimseyerek, ilk gelişimsel süreçlerin, sonraki yılların psikolojik sağlığını nasıl etkilediğini anlatmıştır. Bowlby’nin Bağlanma Kuramı (1969), psikanalitik gelenekten doğmuş olmasına karşın, bebeğin iç dünyasından çok, dış dünyadaki gerçek ilişkiye atfettiği önem bakımından, anayol psikanalitik ekolden ayrılmıştır. Bowlby, psikoanalitik kuramın, fantazilere ve iç yaşama odaklanarak gerçek yaşam deneyimlerine çok az önem vermesini bir eksiklik olarak görmüştür. Ona göre, sağlıklı duygusal gelişim için çocuğun yakın ve istikrarlı bir bakım alma ilişkisine ihtiyacı vardır.

Bowlby  kuramını, gerçek deneyim ve ilişkisellik üzerine yaptığı çalışmaların üzerinde kurmuş ve geliştirmiştir.  Yaşamlarının ilk üç yılı içinde annelerinden ayrılan ve kurumlarda yaşayan çocuklar ile yaptığı çalışmalarda, sonradan verilen iyi bakıma rağmen çocuklarda psikolojik sorunlarla karşılaşılması, Bowlby'i psikoanalitik kuramın dürtü odaklı varsayımlarından uzaklaştırmıştır. Bowlby bu çalışmalarında, çocuklukta yas yaşama kapasitesinin olduğunu keşfederek protesto, umutsuzluk ve kopma davranışlarının da ayrılığa gösterilen hayatta kalma tepkileri olduğunu öne sürmüştür.

Bağlanma kuramının temel varsayımına göre, bebekler doğduklarında o kadar az gelişmişlerdir ki, ancak bir yetişkin onlara bakmaya ve korumaya istekli olduğu takdirde yaşayabilirler. Bu nedenle bağlanma davranışı, bebeğin, hayatta kalmak ve fiziksel - duygusal güvenliğini sağlamak için koruyucu olarak algıladığı özel bir kişiye olan yakınlığını sürdürme eğilimi olarak tanımlanmaktadır[1].

Bağlanma ilişkisi bebeği, (1) bağlanma figürüne yakınlaşmaya (2) rahatsız edici bir uyarım sırasında bağlanma figürü tarafından yatıştırılabileceği güvenli bir liman aramaya  (3) bağlanma  ilişkisine dair olumlu bir içsel temsil oluşturmaya yönlendirir. Kendilik ve öteki bağlamında kurulan bu olumlu içsel temsiller, dünyayı keşfetme ve gelecekte yaşayacağı olumsuz durumlarda kendi kendini yatıştırma gücünü bulabileceği güvenlik ve iyilik duygusu barındırmalıdır.

Bağlanma sistemi, hem bebeğin, bakım verene olan fiziksel yakınlığını sürdürerek, çevreden gelebilecek tehlikelerden korunmasına yardım eder, hem de ona çevreyi keşfetmesi için gerekli koşulları sağlar. Bakım veren ile bebek arasındaki bu yakınlık, bebeğin çevresini keşfetmede kullanabileceği “güvenli bir üs” ve tehlike anında onu koruyacak “sağlam bir sığınak” işlevi görür. Örneğin anneden uzaklaşma, bağlanma sistemini harekete geçirir ve bebek ağlama ya da sıkı sıkı yapışma gibi tepkiler göstererek, anne ile yeniden temas kurmaya ve uzaklığı ortadan kaldırmaya çalışır.

Bağlanma Örüntüleri

Biyolojik olarak her bebek, bakımverene yakın olma eğilimi ve niyetine sahiptir. Bakımverenin de bu yakınlık arayışına yönelik olası tepkileri sınırlıdır. Ya buna izin verir, ya engeller ya da tutarsız davranır. Bunun sonucunda temel olarak üç tür bağlanma örgütlenmesi ortaya çıkar: Bunlar, güvenli bağlanma, kaygılı-kararsız bağlanma ve kaygılı-kaçınmacı bağlanma olarak tanımlanmıştır.

Ainsworth ve arkadaşları tarafından 1978’de yapılan ve “yabancı durum” (strange situation) olarak adlandırılan deneysel çalışmada 12-18 aylık bebekler, kısa aralıklarla önce annelerinden ayırılmış, ardından bir yabancı ile odada yalnız bırakılmış ve son olarak anneleri ile yeniden biraraya getirilmişlerdir. Bu kısa ayrılık sırasında harekete geçen bağlanma sistemin, çocukta üç temel davranış örüntüsü ile kendini gösterdiği izlenmiştir. Güvenli bağlanan bebekler, annenin yokluğunda kısmen huzursuz olmakta, ancak panik yaşamadan, anneleriyle temas aramakta ve o döndüğünde rahatlayarak, onu güvenli üs olarak kullanıp çevreyi keşfe çıkmaktadır. Güvenli bağlanan bebeklerin annelerinin genelde duyarlı, ulaşılabilir ve çocuklarından gelen isteklere olumlu tepkiler veren kişiler oldukları dikkati çekmiştir. Kaygılı-kararsız bağlanma örüntüsü gösteren bebekler, annelerinin yokluğunda yoğun bir kaygı, gerilim ve kızgınlık yaşamakta, o sırada odada bulunan yabancı ile iletişimi reddetmekte, anneleri döndüğünde ise kolay kolay yatıştırılamamakta ve çevreyi keşfe çıkmak yerine ona sıkıca yapışıp birlikte olmak istemektedir. Bu bebeklerin annelerinin, tutarsız tepki veren; bazen ulaşılamaz ya da tepkisiz, bazen de çocuklarının etkinliklerini sıklıkla kesintiye uğratacak şekilde, aşırı müdahaleci oldukları gözlenmiştir. Kaygılı-kaçınmacı bebekler ise, anneleriyle ayrılmaktan etkilenmez görünmekte, onunla yeniden biraraya geldiklerinde de temastan kaçınmaktadırlar. Bu bebeklerin annelerinin ise genellikle soğuk, çocuklarının yakınlık isteğini reddeden ve onunla beden temasından kaçınan anneler oldukları gözlenmiştir. Son yıllarda, araştırmacılar, bu sınıflandırmaya uymayan ve kaçınmacı, kararsız davranışların dağınık bir karışımı olarak kendini gösteren (örneğin annenin yokluğunda onu arayan ancak yanındayken ondan kaçınan) bir bağlanma örüntüsü daha tanımlamışlar ve bunu dağınık/yönü belirsiz bağlanma olarak adlandırmışlardır. Araştırmalar, bu örüntünün, bebeklik döneminde annenin depresyon ya da başka bir tür rahatsızlık geçirmesi sonucunda veya ihmal ve istismara bağlı olarak geliştiğini göstermektedir.

Bağlanma Grupları Arasındaki Farklılıklar

Bağlanma sınıflamalarından yola çıkılarak yapılmış birçok araştırma, farklı bağlanma gruplarının, birbirlerinden farklı bilişsel, duygusal ve sosyal özellikler taşıdıklarını göstermiştir. Örneğin güvenli bağlananların, gelişmiş duygusal esneklik, sosyal işlevsellik ve bilişsel becerilerde güvensiz bağlananlardan daha kazançlı oldukları, öte yandan, güvensiz bağlanmanın duygusal katılık, sosyal ilişiklerde zorluklar, dikkatte bozulmalar, başkalarının zihninden geçenleri anlamada sorunlar ve de stresli durumlar karşısında risk altında olmak gibi sonuçları olduğu gösterilmiştir.

Bağlanma Süreci ve Beyin Gelişimi

İnsan beyni, doğumdan önce başlattığı gelişimini 18-24 aya kadar hızlı bir biçimde sürdürmektedir. Bu dönemde beyin, gelişim sürecini programlamak için  hayat boyu bir daha başarılamayacak bir hızda nükleik asit üretir. Bebeğin beynindeki bu nükleer ve mitokondriyal genetik malzeme doğrudan içinde bulunulan sosyal-duygusal çevreden etkilenir. Bu anlamda beyin, biyoçevresel ya da biyososyal bir organ olarak görülmektedir.

Öte yandan üst düzey zihinsel faaliyetlerden sorumlu beyin bölgesi olan korteks, beynin diğer birçok bölümünden çok daha yavaş gelişen bir beyin bölgesidir. Dolayısıyla, ilk yıllara ait en önemli duygusal ve kişilerarası öğrenmelerimiz  ilkel beyin süreçleri aktif iken gerçekleşir. Sonuç olarak, öğrenmenin büyük bir kısmı, bilinçli farkındalık ve bellek için gerekli olan kortikal sistemlerin oluşmasından önce tamamlanır. İlk yıllardaki deneyimlerin önemi, sosyal ve duygusal işleyişi yöneten beyin sistemlerinin erken dönemlerde gelişmeye başlamasından ve bu gelişimin de kişilerarası deneyimlere dayanmasından ortaya çıkmaktadır.

 

Bağlanma İlişkisinde Duygudurum Düzenleme: Stresle Başaçıkmanın Temeli

Bowlby, bağlanma etkileşimlerinin türlerin devamında son derece hayati bir önemi olduğunu öne sürmüştür. Bu görüşe göre bebeğin hayatta kalmasını sağlayan uyumculluk ve stresle başetme kapasitesi, annenin belli davranışlarıyla ilişkilidir.

Bağlanma ve beyin gelişimi arasındaki ilişkiyi inceleyen pek çok  makale ve kitabın yazarı olan Allan Schore, bağlanma kuramının, özünde, bir düzenleme kuramı olduğunu öne sürmektedir. Bu görüşe göre güvenli bir bağlanma ilişkisinde anne, sezgisel ve bilinçdışı düzeyde, sürekli olarak bebeğin değişen uyarım ve duygudurumlarını düzenlemektedir.

İkili arasındaki eşzamanlı duygudurum deneyimleri ilk sosyal oyunlarda başlar. Bu iletişimsel matriks içinde hem anne, hem de bebeğin psikobiyolojik durumları birbiriyle uyum içindedir. Eşzamanlılık, anne ve bebeğin birbirlerinin ritmik yapısını öğrenmesi ve kendi davranışlarını bu yapıya uyum sağlayacak biçimde değiştirmeleri sonucu oluşur. Anne, birliktelik sırasında bebeğin duygudurumunu ne kadar iyi düzenliyorsa, onun uzaklığı tolere etmesini de o derece kolaylaştırır. Anne bebeğin yeniden biraraya gelme ihtiyacına ne kadar duyarlı ise, ilişki de o denli eşzamanlı olur. Bu karşılıklı uyumluluk içeren etkileşimler, bebeğin sağlıklı duygudurum gelişiminin temelini oluşturur. 

Ancak bağlanma ilişkisinde her zaman optimal uyum yakalanamaz. Bağın bozulduğu, kırılmaların olduğu anlar vardır. Bu durum, bebekte duygudurum dengesinin bozulmasına neden olur ve onarım gerektirir. Bu kırılma ve onarım örüntüsü içinde, “yeterince iyi” anne, çocukta uyanan stres  tepkisini ve negatif duygu durumunu düzenlemeyi, yeni bir uyuma geçmeyi başarır. Yıllar önce Heinz Kohut, duruma uygun optimal engellenmelerin çocukta, gelişimsel süreci hızlandırdığını iddia etmiştir. Güncel yaklaşımlara göre yalnızca optimal engellenmeler değil, karşılıklı onarımın başarılması, olumsuz stresi yatıştırarak, duygu düzenleme sisteminin, bebek tarafından yavaş yavaş içe alınmasını sağlamaktadır. 

Güvenli bağlanma ilişkisinde anne, çocuğunun duygu durumunda bir kırılmaya sebep olduysa (örneğin ağladığında hemen yanına gitmemek gibi), bir sonraki adımda bunun onarımına yönelir ve böylece ikili, stresli durumların altından kalkabilir. Bu karşılıklı bir onarım sürecidir. Eğer bağlanma etkileşimsel bir eşzamanlılık ise, stres de bu etkileşimdeki eşzamanlılığın bozulmasıdır. Ancak bunun ardından gelen yeni bir uyum dönemi bu stresin üstesinden gelinmesine izin verir. Olumsuz bir yaşantının ardından yeniden olumlu bir yaşantının gelmesi, çocuğa olumsuzluğun sürdürülebilir ya da bitirilebilir bir durum olduğunu öğretir. Duygu düzenlemesi yalnızca duygu yükünün azaltılması ve negatif duygunun yokedilmesi değil, pozitif duygu durumunun da yükseltilebilmesidir. Bu, kendilik düzenlemesi açısından son derece önemlidir. Strese dayanıklılığın gelişebilmesi, anne ve çocuğun olumludan olumsuz duygu durumuna ve sonra yeniden olumlu duygu durumuna geçiş yapabilmesi ile mümkündür.  Stres karşısındaki dayanıklılık, bağlanma kapasitesinin ve uyumcul ruh sağlığının en önemli göstergesidir.

 

Stresle Başaçıkmanın Nörobiyolojisi ve Sağ hemisfer

Stres tepkilerinin otonomik ve somatik yönlerini düzenleyen sistemin otonomik sinir sistemi olduğu bilinmektedir. Bu sistemin yalnızca stres tepkilerinde değil, duygudurumlarında da düzenleyici rolü vardır. Ancak son zamanlarda merkezi sinir sistemindeki limbik yapıların da başaçıkma becerilerinde rolü olduğu kabul edilmeye başlanmıştır. Uzun yıllardır bilinen, limbik sistemin temel olarak duygusal işlevleri yürüttüğüdür. Ancak son zamanlarda limbik sistemin, yeniliğin öğrenilmesi ve hızla değişen çevreye uyum  ile ilgili süreçleri de organize ettiği görüşü kabul görmeye başlamıştır. Hem altkortikal düzeydeki sempatik ve parasempatik yapılar, hem de merkezi sinir sistemi dahilindeki üst kortikal limbik yapıların, doğum öncesinde başlayan gelişimi doğum sonrasında da devam etmektedir. Bu yapıların olgunlaşmaları bebeğin deneyimlerine bağlı olduğundan doğum sonrası erken evre limbik-otonomik yapıların gelişimi açısından kritik bir öneme sahiptir. Erken sosyal çevre, deneyime dayalı bir gelişimi olan limbik sistemi doğrudan etkiler. Limbik bölgeler hem öğrenme hem de değişen çevreye uyum sağlama kapasitesi ile ilişkilidir. İlk iki yılın, gelişimleri açısından kritik olduğu bu nörobiyolojik sistemler, yaşamın geri kalanındaki stresle başetme yetilerini yönetirler.

Bu yapılardaki gelişim özellikle, biyolojik süreçde daha erken gelişen ve hem limbik sistem ile hem de otonomik sinir sistemi ile köklü bağları olan sağ hemisferde belirginleşmektedir. Sağ hemisferin, stres tepkisinde ve organizmanın yaşamsallığında, sonradan gelişen sol hemisfere oranla daha başat olduğu savunulmaktadır. Sağ hemisferin, otonomik sinir sistemiyle daha doğrudan  bir ilişki içinde olduğu, bedenden gelen bilgiyi analiz ettiği ve sözcüklerden çok duyumlarla ilişkili olduğu düşünülmektedir. Schore, duygudurum düzenleyicilerin özellikle sağ limbik sistemde yer aldığını öne sürmekte ve bu düzenlemelerin yüz yüze iletişim, karşılıklı dikkat, duygusal uyumu yakalama ve karşılık verme gibi iletişim ögeleri içinde yer aldığını açıklamaktadır. Bebeğin sağ hemisferinin bağlanma ile, annenin sağ hemisferinin de yatıştırma işlevleri ile ilişkili olduğunu gösteren pek çok kanıt  vardır.

Eğer sağ beyin gelişimi için kritik olan dönemde, travmatik bağlanma deneyimleri yaşanıyorsa, strese karşı kalıcı bir dayanıksızlık ve travma sonrası stres bozukluğuna yatkınlık doğabilmektedir. Erken dönem ilişkilerdeki travmalar, limbik bölgelerde yarattıkları etkiler nedeniyle kişinin, gelecekteki stresli durumlarla başaçıkma kapasitesini baskılayabilmektedir.

Olumsuz deneyimler, stres düzenleyici hormonlarda da önemli değişimler meydana getirir. Hormonlar iki sistem üzerinden işlev görmektedir. Bu iki sistem sinerjik bir şekilde işlemektedir. Katekolaminler, uyanıklık, tetiktelik ve dikkat sağlayarak  enerjinin hayati organlar için alınmasına zemin hazırlarken, kortizol de stres altında sıkıntı, rahatsızlık, çaresizlik, kontrol kaybı ve anksiyete yaratarak sempatik aktivitenin kontrol altına alınmasını ve parasempatik aktivitenin devreye girmesini sağlamaktadır. Bu iki stres hormonunun düzenlenmesinin, anne-bebek ilişkisinden iyi ya da kötü şekilde etkilendiği bir çok araştırma tarafından ortaya konulmaktadır.

Organizma, fizyolojik stres tepkisini üretirken, entegre sistemler olan nöral ve nöroendokrin sistemler birlikte harekete geçer. Nöral sistemler  kısmen otonomik sinir sisteminden  oluşurken, nöroendokrin bileşen ise kısmen hypothalamic-pituitary adrenocortical (HPA) adı verilen ve böbrek üstü bezlerden kortizol salgılanmasını sağlayan sistemden oluşmaktadır. HPA üzerinde yapılan araştırmalar, kortizol düzeyinin başetme kaynaklarının ulaşılabilirliği ve başaçıkma yollarının etkililiğine bağlı olarak değiştiğini göstermektedir. Örneğin, canayakın ve oyuncu bir bakıcı ile birlikte ise anne ile yaşadığı kısa ayrılıklar, bebeğin kortizol düzeyini fazla yükseltmemektedir. Bebeğin potansiyel bir tehdit algılaması, kortizol düzeyinin artması için yeterli değildir. Bunun için açık bir tehlike farketmesi gerekir.

Yazarın okul öncesi çocuklar ile yapmış olduğu bir araştırmada, bağlanma örüntülerinin stresle baş etme biçimlerini etkilediğini düşündüren sonuçlar ortaya çıkmıştır.  Bu çalışmada elde edilen veriler, güvenli bağlananların, kişilerarası stres içeren problematik durumlarda,  daha çok girişken-pozitif başetme yollarını seçerken, güvensiz bağlananların ise  çekingen ya da saldırgan başetme yollarını seçtiklerini ortaya koymuştur.

Bağlanma temsilleri, çocuğun tehdit anında korunup korunmayacağına ilişkin beklentilerini yönlendirdiği için belirleyici olan yalnızca strese maruz kalmak değil, stresle başetme gücüdür. Eğer bebek bağlanma kişisinin, kendisini potansiyel tehditlerden uzak tutabileceği inancında ise stresli durumların, çok yüksek bir uyarım yaratmaması ve böylelikle  içselleştirilen başetme  kaynaklarının gelecekteki stresli durumlarda da devreye sokulabilmesi beklenir. İşlevsel olan stresten tümüyle uzak durmak değil, stresi başa çıkılabilir bir düzeyde tutarak uygun baş etme kaynaklarını kullanabilmektir.

Yaşamın stresiyle başa çıkmayı, hayatta kalma yetisinin bir uzantısı olarak ele alırsak, bebeklik bağlanma ilişkisinin doğası ile biyolojik, duygusal/zihinsel ve sosyal olarak hayatta kalma arasında gerçek bir ilişki olduğunu öne sürmek yanlış olmayacaktır.

 

 

KAYNAKLAR

Balbernie, R. (2001). Circuits and circumstances: the neurobiological consequences of early relationship experiences and how they shape later behaviour. Journal of Child Psychotherapy, 27(3), 237-255.

Bebee, B. ve Lachmann, F. (1994). Representations and internalization in infancy: Three principles of salience. Psychoanalytic Psychology, 11, 127-165.

Benes, F.M. (1998). Human brain growth spans decades. American Journal of Psychiatry, 155, 1489.

Besson, C. ve Louilot, A. (1995). Asymmetrical involvement of mesolimbic dopaminergic neurons in affective perception. Neuroscience, 68, 963-968.

Cozolino, L. (2002). The Neuroscience of Psychotherapy. NewYork: W.W. Norton.

Damasio, A.R. (1998). Emotion in the perspective of an integrated nervous system. Brain Research Reviews, 26, 83-86.

Feldman, R., Greenbaum, C. ve Yirmiya, N. (1999). Mother-infant affect synchrony as antecedent of the emergence of self-control. Developmental Psychology, 35, 223-231.

Hugdahl, K. (1995). Classical conditioning and implicit learning: The right hemisphere hypothesis. In R. Davidson ve K. Hugdahl (Eds.), Brain Asymmetry (s. 235-267). Cambridge: MA: MIT Press.

Juola, J.F. (1986). Cognitive psychology and information processing: Content and process analysis for a psychology of mind. In R.E. Ingram (Ed.), Information Processing Approaches to Clinical Psychology (s. 51-74). California: Academic Press.

Kirsh, S.J. ve Cassidy, J. (1997). Preschoolers’ attention to and memory for attachment-relevant information. Child Development, 68(6), 1143-1153.

Knox, J. (1999). The relevance of attachment theory to a contemporary Jungian view of internal world: internal working models, implicit memory and internal objects. Journal of Analytical Psychology, 44, 511-530.

Kohut, H. (1971). Kendiliğin Çözümlenmesi. Çev. Cem Atbaşoğlu, Banu Büyükkal, Cüneyt İşcan, Metis, 1998, İstanbul.

LeDoux, J.E. (1996). The Emotional Brain. Simon and Schuster, New York.

Lester, B., Hoffman, J. ve Brazelton, T. (1985). The rhythmic structure of mother-infant interaction in term and preterm infants. Child Development, 56, 15-27.

Lewis, J.M. (2000). Repairing the bond in important relationships: A dynamic for personality maturation. American Journal of Psychiatry, 157, 1375-1378.

Luria, A. (1973). The Working Brain. NewYork: Basic Books.

Main, M. (1983). Exploration, play and cognitive functioning as related to infant-mother attachment. Infant Behavior and Development, 6, 167-174.

Mesulam, M.M. (1998). From sensation to cognition. Brain, 121, 1013-1052.

Miller, J.B. (1999). Attachment style and memory for attachment-related events. Journal of Social and Personal Relationships, 16(6), 773-801.

Schore, A. N. (2000). Attachment and the regulation of the right brain. Attachment and human development, 2(1), 23-47.

Schore, A. N. (2001). Effects of a secure attachment relationship on right brain development, affect regulation and infant mental health. Infant Mental Health Journal, 22(1-2), 7-66.

Schore, A. N. (2002a). Advances in Neuropsychoanalysis, attachment theory and trauma research: Implications for self psychology. Psychoanalytic Inquiry, 22(3), 433-484.

Schore, A. N. (2002b). Dysregulation of the right brain: a fundamental mechanism of traumatic attachment and the psychopathogenesis of posttraumatic stress disorder. Australian and New Zealand Journal of Psychiatry, 36, 9-30.

Siegel, D.J. (2001). Toward an interpersonal neurobiology of the developing mind: Attachment relationships, “mindsight”, and neural integration. Infant Mental Health Journal, 22(1-2), 67-94.

Spence, S., Shapiro, D. ve Zaidel, E. (1996). The role of the right hemisphere in the physiological and cognitive components of emotional processing. Psychophysiology, 33, 112-122.

Sullivan, R. ve Gratton, A. (1999). Lateralized effects of medial prefrontal cortex lesions on neuroendocrine and autonomic stress responses in rats. Journal of Neuroscience, 19, 2834-2840.

Tronick, E.Z. (1989). Emotions and emotional communication in infants. American Psychologist, 44, 112-119.

Tucker, D.M. (1992). Developing emotions and cortical networks. In A. Schore, (2001). Effects of a secure attachment relationship on right brain development, affect regulation and infant mental health. Infant Mental Health Journal, 22(1-2), 7-66.

Türköz Y. (2007) Okulöncesi Çocuklarda Bağlanma Örüntüsünün Kişilerarası Problem Çözme ve Açık Bellek Süreçlerine Etkisi. Doktora Tezi, Ankara Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü.

 


[1] İnsan yavrusu için bu kişi, doğal olarak anne olmakla birlikte, annenin yokluğu ya da bakım verme yetisinin olmaması durumunda bebeğin birincil bakımını sağlayan  kişi, bebek için bağlanma kişisi haline gelmektedir. Bundan sonra metin içinde “bakım veren”, “anne”, “ebeveyn”, “bağlanma kişisi”, “bağlanma figürü” gibi kavramlar birbirine alternatif olarak, aynı anlamda kullanılacaktır.